Yazmaya oturuyorum, sonra kalkıyorum. Yazıyorum, siliyorum. Yarın 7 de kalkıp işe gitmeliyim ve 4 saat boyunca o kadar öğrencinin önünde şov yapmalıyım. Evet yaptığım bu. Öğretmenlik mesleğinin en kötü yanı ne deseler şöyle anlatırım: Mesela saat gecenin 03.09'u ve sen hala uyumamışsın. Bomboksun işte. Hiçbirşeyin göründüğü gibi olmadığını ve her görüneninde gerçek olmadığını biliyorsun, ama bunu düşünüp sakinleşecek bir saat değil işte. Ve ertesi gün, sabah 7 de kalkıp işe gitmek değil sorun. Sorun, işe gidip kimseye bulaşmadan, sessizce kendi kendine çalışıp; bir taraftan da kendi kendini yiyebileceğin bir işinin olmaması. Surat asıp oturamayacak olmak, sana bakan 25 çift gözü,seni dinleyen 25 çift kulağı hesaba katarak salak salak espilerle ders anlatmaya çalışmak.Halbuki cidden kimseye gülmek istemiyorum ben yarın, kimseyle konuşmak istemiyorum.Acaba anladılar mı diye örnek bulup düşünmek istemiyorum, kafamı patlatmak istemiyorum işte. Öle kös kös oturayım yeter.
Benim eve gelmediğim geceler boyunca seni ne kadar üzdüğümü düşünüp o kadar utandım ki.Şimdiyse ben son zamanlarda senin hayatında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum ve uyuyamıyorum. 4 yılın sonuna geliyoruz. Yoruldun mu yoksa? Tek düze mi oldu herşey? Evet bazen öle, ama bazen de hala ilk günkü gibi heyecanlıyım gelecek için. Hayatın getirdiklerine uyum sağlamaya çabalarken, sahip olduğun "sevgiyi" korumak ne kadar zormuş. Biz koruyabiliyor muyuz sence? Başaramazsak neler olacağını hiç düşündün mü? Ben düşündüğümde boşluğa düşüyorum. "Anlamsızmış yahu herşey, vay be" diyesim geliyor. Çünkü o güzel şey nasıl bitebilir ki, neden kıymeti bilinmez ya da neden ilk gün aldığımızda kenarları kıvrılmasın diye uğraştığımız, ama sonra çantamızın içinde ağzına sıçılan bir kitap olur çıkar..
Neden kitaplığındaki o büyülü the SANDMAN kitaplarının arasında saklamıyorsun bizi de?
Ve neden Dream Prince bu gece bana uyku tozundan dökmüyor biraz?
24 Ekim 2010 Pazar
20 Ekim 2010 Çarşamba
...
On a bridge across the Severn on a saturday night,
Susie meets the man of her dreams.
He says that he got in trouble and if she doesn't mind
He doesn't want the company
But there's something in the air
They share a look in silence and everything is understood
Susie grabs her man and puts a grip on his hand as the rain puts a tear in his eye.
SHE SAYS:
Don't let go
Never give up, it's such a wonderful life
Driving through the city to the temple station,
Cries into the leather seat
And Susie knows the baby was a family man,
But the world has got him down on his knees
So she throws him at the wall and kisses burn like fire,
And suddenly he starts to believe
He takes her in his arms and he doesn't know why,
But he thinks that he begins to see
SHE SAYS:
Don't let go
Never give up, it's such a wonderful life.
Susie meets the man of her dreams.
He says that he got in trouble and if she doesn't mind
He doesn't want the company
But there's something in the air
They share a look in silence and everything is understood
Susie grabs her man and puts a grip on his hand as the rain puts a tear in his eye.
SHE SAYS:
Don't let go
Never give up, it's such a wonderful life
Driving through the city to the temple station,
Cries into the leather seat
And Susie knows the baby was a family man,
But the world has got him down on his knees
So she throws him at the wall and kisses burn like fire,
And suddenly he starts to believe
He takes her in his arms and he doesn't know why,
But he thinks that he begins to see
SHE SAYS:
Don't let go
Never give up, it's such a wonderful life.
13 Ağustos 2010 Cuma
12 Ağustos 2010 Perşembe
İnat olmak sevdiğim bir huy değil. Her inatlaşmanın ardında, bencillik yatar çünkü. Empatinin yanından son hızla geçer de gider inat. Kendi başına, kendi hayallerinle ve sadece kendini anlayabildiğin bir dünyayla bırakıverir seni. Sence de çok tehlikeli değil mi?
İnat olmaktan daha kötü olan ne bilmek isteyen var mı? Ben biliyorum, ama söylemem.
İnanılmaz baş ağrıları çekiyorum bugünlerde. Havalardan mı acaba? Migrenimde olabilir, sinirselde olabilir. Beni zor zamanlarımda yalnız bırakmamalısın. Artık anlamak istemiyorum kimseyi. Kendimi anlatmayı ise hiç mi hiç istemiyorum. Ama biliyorum ki birşeyler kopucak o zaman. İlmekleri kaçmış bir kazak gibi olucak herşey. Nolur çok yoruldum artık.
Zor geçen bir yıl bu yıl. Mutluydum ama yine de. "dum" ama.
Değişmek istiyorum sanırım.
Ben kendimden çok sıkıldım.
2 Ağustos 2010 Pazartesi
SANDMAN
dream boy: Do you know what dreams are made of, Rosemary Kelly?
Rosemary: Made of? They are just dreams..
dream boy:NO! They aren't.
People
think
dreams
aren't
real
because
they
aren't
made
of
matter,
of particles.
Dreams
are real.
But
they
are
made
of
VIEWPOINTS,
of
IMAGES,
of
MEMORIES
and
puns
and
lost hopes...
Rosemary: Made of? They are just dreams..
dream boy:NO! They aren't.
People
think
dreams
aren't
real
because
they
aren't
made
of
matter,
of particles.
Dreams
are real.
But
they
are
made
of
VIEWPOINTS,
of
IMAGES,
of
MEMORIES
and
puns
and
lost hopes...
7 Haziran 2010 Pazartesi
Olur bazen öle..
Hayat böyle akıp giderken, her gün aynı sabaha uyanırken, her gün aynı sokaklarda yürürken ve her gün aynı yüzleri görürken; işte o sırada, tam da o sırada kafana bir taş düşer..."Yok yahu, herşey bu kadar farklı mıydı?" dersin kendi kendine.Bu soruyu sorarsın; çünkü gözün açılmıştır artık. Sen farklısındır, kuşlar farklıdır, manavcı farklıdır, yatağın farklıdır, adım atışın, kaşını kaldırışın veyahut çatalı tutuşun bile farklıdır.Niyedir, nedendir bilemezsin. O taşın düşüşüne sebep sen misindir? Yoksa o taşın düşüşü kaçınılmaz mıdır? Kaçınılmaz olan şeyi değiştirmek mümkün müdür? Mümkünse değiştirmeyi ister misin? Bunlar görünmez şekilde birbirine bağlanmış sorulardır.Havada uçuşurlar sana görünmeden ve gizlice aklının köşelerine sızarlar her nefesinde...Olur bazen öle..
2 Haziran 2010 Çarşamba
Bir tek ben miyim böyle yaşayan?
açlık
çok kez aç kaldım
ama şu anda özellikle
New York'ta çektiğim açlığı
düşünüyorum.
hava yeni kararmıştı,
bir restoranın
vitrin camının önünde
duruyordum.
fırında yeni kızartılmış bir domuz
vardı vitrinde,
gözleri oyulmuş,
ağzında bir elma.
zavallı lanet domuz.
zavallı lanet ben.
domuzun arkasında,
içerde,
masalara oturmuş
konuşan,yiyen,içen
insanlar vardı.
ben o insanlardan biri değildim.
domuza daha yakın hissediyordum kendimi.
yanlış zamanda
yanlış yerde
yakalanmıştık.
kendimi o vitrinde hayal ettim,
gözleri oyulmuş, nar gibi kızarmışım,
ağzımda elma.
sıkı bir kalabalık birikirdi herhalde.
" hey, amma sıska bu! "
" kolları çok zayıf! "
" kaburgaları sayılıyor! "
uzaklaştım vitrinden.
odamın yolunu tuttum.
bir odam vardı hala.
odama giderken tahmin yürüttüm:
kağıt yiyebilir miydim?
gazete kağıdı?
karafatma?
bir fare yakalayabilirdim belki?
çiğ fare.
kürkünü yüz,
bağırsaklarını çıkar.
başını ve kuyruğunu kes.
hayır, korkunç bir
fare hastalığı kapabilirdim!
yürüyordum.
o kadar açtım ki ne olsa
yiyebilirdim:
insan, itfaiye vanası,asfalt,
kol saati...
kemerim, gömleğim.
binaya girip
odama gitmek için
merdivenden yukarı çıktım.
iskemleye oturdum.
ışığı açmadım.
orada oturup
aklımı kaçırıp kaçırmadığımı
düşündüm,
çünkü kendime yardım etmek
için hiçbir şey yapmıyordum.
o anda açlık kesildi,
öylece oturdum orada.
sonra sesleri duydum:
yan odada iki kişi
sevişiyordu.
yayların gıcırtısını
ve inlemeleri duyabiliyordum.
kalktım, odadan
çıkıp sokağa döndüm yine.
ama farklı yöne
yürüdüm bu kez,
vitrindeki o domuzdan
uzağa.
ama düşündüm domuzu
ve o domuzu yemektense açlıktan
ölmeyi yeğleyeceğime karar
verdim.
yağmur başladı.
başımı kaldırdım.
ağzımı açıp yağmur damlalarını
yuttum...gökten çorba...
" hey, şuna bak! "
dediğini duydum birinin.
aptal orospu çocukları, diye geçirdim içimden,
aptal orospu
çocukları!
ağzımı kapatıp
yürümeye devam ettim.
CHARLES BUKOWSKI
çok kez aç kaldım
ama şu anda özellikle
New York'ta çektiğim açlığı
düşünüyorum.
hava yeni kararmıştı,
bir restoranın
vitrin camının önünde
duruyordum.
fırında yeni kızartılmış bir domuz
vardı vitrinde,
gözleri oyulmuş,
ağzında bir elma.
zavallı lanet domuz.
zavallı lanet ben.
domuzun arkasında,
içerde,
masalara oturmuş
konuşan,yiyen,içen
insanlar vardı.
ben o insanlardan biri değildim.
domuza daha yakın hissediyordum kendimi.
yanlış zamanda
yanlış yerde
yakalanmıştık.
kendimi o vitrinde hayal ettim,
gözleri oyulmuş, nar gibi kızarmışım,
ağzımda elma.
sıkı bir kalabalık birikirdi herhalde.
" hey, amma sıska bu! "
" kolları çok zayıf! "
" kaburgaları sayılıyor! "
uzaklaştım vitrinden.
odamın yolunu tuttum.
bir odam vardı hala.
odama giderken tahmin yürüttüm:
kağıt yiyebilir miydim?
gazete kağıdı?
karafatma?
bir fare yakalayabilirdim belki?
çiğ fare.
kürkünü yüz,
bağırsaklarını çıkar.
başını ve kuyruğunu kes.
hayır, korkunç bir
fare hastalığı kapabilirdim!
yürüyordum.
o kadar açtım ki ne olsa
yiyebilirdim:
insan, itfaiye vanası,asfalt,
kol saati...
kemerim, gömleğim.
binaya girip
odama gitmek için
merdivenden yukarı çıktım.
iskemleye oturdum.
ışığı açmadım.
orada oturup
aklımı kaçırıp kaçırmadığımı
düşündüm,
çünkü kendime yardım etmek
için hiçbir şey yapmıyordum.
o anda açlık kesildi,
öylece oturdum orada.
sonra sesleri duydum:
yan odada iki kişi
sevişiyordu.
yayların gıcırtısını
ve inlemeleri duyabiliyordum.
kalktım, odadan
çıkıp sokağa döndüm yine.
ama farklı yöne
yürüdüm bu kez,
vitrindeki o domuzdan
uzağa.
ama düşündüm domuzu
ve o domuzu yemektense açlıktan
ölmeyi yeğleyeceğime karar
verdim.
yağmur başladı.
başımı kaldırdım.
ağzımı açıp yağmur damlalarını
yuttum...gökten çorba...
" hey, şuna bak! "
dediğini duydum birinin.
aptal orospu çocukları, diye geçirdim içimden,
aptal orospu
çocukları!
ağzımı kapatıp
yürümeye devam ettim.
CHARLES BUKOWSKI
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)